4 Kasım 2015 Çarşamba

Sallanan şehir…"Fluctuat nec mergitur". Paris….

Sallanan şehir…. Paris….


İnterrail döneminde beynimle ruhumdaki köprüye ismini yazan şehirlerden biri  de şüphesiz Paris’ti…
Yıllar sonra Karşıyakamız Eurochallenge kupasında yarı final için yolu Paris’e düşer,birçok yönden keyifli bir anıları not almak için 4 günlük bir yolculuğa hazırlanmıştım. Salı günü seri de 1-0 geride kaldığımız Paris-Levallois Basket takımını muhteşem taraftarımızla kazanınca.12 Mart günü yolumuz ‘kendini yalnız,üşüyen çocukları’ kucaklayan bir şehre doğru yola çıktık.Daha önceki gidişimde hissettiklerim Paris’in mutlaka aç kalma pahasına dahi olsa da ikinci kez gezmem gerektiğiydi.Murat ve Enver ile Pegasus’la Sabihe Gökçen’den Orly havaalına doğru havada ki yolculuğa başlamıştık.Daha havadayken yolu Tokyo ‘dan gelen Brezilya’lı Kelly ile tanışıp seferimize Latin havasının katılışına eşlik ettik. Kaf kaf çektirmemiz zor olsa da Latinlerin bizden daha hızlı harf yuttuklarını öğrenmiş olduk J

Sonrasında merkeze giderken metro hattının anlamadığımız Fransızca yönlerine rağmen renkleri takip ettiğimizi çözmemizle bütün Paris’i metroyla alt üst edeceğimizi anladık



.Başlangıç olarak Notre Dame katedraline yakın birde çıkmak keyifli bir başlangıçtı.Benim içinse 1163’te Papa III Alexander’in temel taşını koyduğu Notre Dame Katedrali Piskopos Maurice de Sully tasarımıyla toplam 170 yılda yapılabilen, 1334 yılındada sahip olduğu mimarisi ile tam bir Gotik şaheser dedirten, 130 metre genişlik ve 35 metre uzunluktaki yapı aynı anda 9000 kişinin ibadet etmesine olanak tanıyan bu muazzam yapıyla Bonjour Paris diyecek olmam keyifli bir başlangıç olarak bu notlarımın habercisi olmuştu.






Şehir’de  Notre Dame’ın Kamburunun olan zangocu Quasimodo’nun Çingene kızı Esmeralda’ya aşkı  öyle nam yaymış ki Dünya’da bilmeyen kalmaz.Hatta bu konuyu kültürüne ait bir şekilde hissetmek için şu müzikali izlemekte fayda var.


Katedralin saçaklarındaki, dışarı doğru uzanmış şeytanımsı heykellere çörten veya gargoyl deniyormuş. Saçaklarda durmasının sebebi yağmur sularının binanın temellerine zarar vermesini engellemekmiş; suların oluklardan duvar boyunca akmasını engelleyip saçaklardan daha uzağa boşalmasını sağlıyormuş. Tam da ağızlarından ateş çıkmak üzereyken taşlaşmış ejderha gibi görünmelerinin sebebi de. ‘’Rivayete göre Sen Nehri’nin kıyısındaki tekneleri yakıp yıkan, dört bacaklı, kanatlı, yılan vücutlu bir ejderha varmış. Rouen piskoposu Aziz Romain güya parmaklarını haç şeklinde tutup canavarı evcilleştirmiş, sonra da kasabaya götürüp onu bir daha kimseye zarar veremesin diye ateşe vermiş. Ama rivayet bu ya, nefesi ile sürekli alev saçmaktan binlerce derece ateşe dayanıklı hale gelen ağzı, boynu ve kafası bir türlü yanmamış. Kasabalılar da tanrının gücünü göstermek ve bir daha hiçbir canavarın onları rahatsız etmemesini sağlamak için kafasını katedralin üstünü asmışlar. O gün bugündür, kötü ruhları def etmek için gargoyller yeni inşa edilen binaların üstüne asılıyormuş…




Mimarisinden katedralin üzerinde bir çok konuyu,meleği,imgeyi kavrayan katedralin fotoları her şeyi anlatıyor sanırım.
Yorucu bir uçak yolculuğundan sonra Ghettoların arasından rezervasyon yapan Murat sayesinde ilk geceyi  Paris’in en kuzeyinde ballıkuyusunda geçirdik diyebilirim. Sonrasında ertesi gün daha merkezi yer olan Gare de Nord tarafında bir hostele geçtik.Artık şehrin sanata,aşka,tarihe olan ünü kadar her metroda ,sokakta,parkta vs. Beast kulaklıklarıyla kendi müziklerini yaşayan halkın gecelerini görme vakti gelmişti.iki seferimde gezdiklerim arasında en çok Bastielle etkilemişti. Daha çok genç kesimin geldiği ve her tarafta renkli ışıkların olduğu güzel bir bölge ve cadde. Ben caddeden yürüdüğümde çok kalabalıktı ve sanırsam dikkatli olmak gerekiyor.

Sonuçta her yerde olduğu gibi buranın da hızlı grupları vardı.Mekanları bol bol gezdik.Birkaç omuz atan olmasına rağmen bakışımızı asla geri çevirmedik.Bir kaç grup dışında genel olarak mekanlar dolu.Herkes kendi kafasında mekanda eğleniyor.Her Avrupa şehrinde olduğu gibi sohbetler dönmedolap misali masadan masaya farklı hallerde dolaşmaya devam ediyordu. Champs-Élysées 

Bölgesi yani kısaca Şanzelize sanırım

Bu uzun inanılmaz geniş caddesi akşamları sohbet ve yemek üzerine kurulmuş.Birbirinden alımlı bar-restaurantları var ama asıl ayrıntıyı eğlenceli sohbetlerine saklamışlardı. Dünya'nın yine ufak olduğunu Cafe Jade adlı mekanda Karşıyakalı Hakan abimiz bizi maçtan bir gün önce buraya getirerek güzel bir dost daha kazanmamızı sağlayacaktı. Cüneyt Abi buranın müdürü ve İzmir’liydi. Bizle tanışınca bol bol İzmir ve Karşıyaka’dan konuştuk ona nasıl geldiğini az çok tahmin edebiliyorduk.edebiliyorduk. Sağolsun güzel kokteyllerinden ikram etmişti.




O günden beri hala sohbetimiz sürekli devam eder.Şanzelizeyi kısaca özetlemek gerekirse. 1667 yılında Louis XIV’nin bahçıvanı Andre Le Notre tarafından Tuileries Bahçesi manzarasını genişletmek için yapılan cadde yıllar içinde devamlı olarak gelişmiştir. 2 kilometre uzunluktaki caddenin bir ucunda Paris’in en ünlü simgelerinden olan Zafer Takı bulunmaktadır. Dilerseniz Zafer Takı’nın seyir terasına çıkarak da Şanzelize Caddesi’nin muhteşem manzarasını izleyebilirsiniz. Caddenin diğer ucu ise şehrin ünlü meydanı Concorde’a uzanır.


Günümüzde cadde, birbirinden lüks moda markalarının mağazalarına, kafe ve restoranlara, sinemalara, turistik dükkânlara ev sahipliği yapar. Paris ve Fransa tarihinin tüm önemli yıl dönümleri ve birçok önemli kutlamanın şehirdeki en bilindik adresi Şanzelize Caddesi’dir. Tour de France bisiklet yarışı, yılbaşı gecesi, Fransız ulusunun doğuşunu simgeleyen Bastille günü gibi kutlamaların adresi bu caddedir.
Şanzelize Caddesi’nin iki yakasında uzanan kestane ağaçları caddeye ayrı bir hava katar.
Şanzelize’yi bitirdikten sonra gelelim tarihi maça,deplasmana. Karşıyaka Spor Kulübü’nün tarihindeki belki de bu kadar katılımın olduğu ilk yurt dışı deplasmanı olduğu için tribünde katılım yüksekti.


Lise’den arkadaşım Gözde’yle yıllar sonra maçtan önce buluşmak bu turumun ayrı bir keyifli kısmıydı.  Tabii sosyalmedya da tüm Karşıyakalılar 17:00’de Eyfel kulesinde toplanacak haberi vardı.Bazı Fransızların demir yığını olarak kabul ettiği fakat çoğunluğu tarafından kabul edilen o meşhur Eyfel kulesine gelmiştik.



 Parislilerin deyimiyle “metal kuşkonmaza”. Buraya kadar geldik çıkacağız dedik.Asansör sırası çok olduğu için yürüyerek 2.platforma kadar merdivenlerden çıktık.Tabii buraya gelmeden önce City bus kiralayıp Notre Dame başta olmak üzere tarihi yerlere çabuk varalım diye otobüs bileti almıştık.O güne kadar hep kredi kartından geçinmiştim. Maalesef o gün cebimdeki tüm eurolar cüzdanımdaydı. Büyük bir şarap dükkanını görünce otobüsten alel acele in erken cüzdanım yere düşer.Arkadam gelen Murat başkasının sanıp o da iner.Tabii otobüs şöförüne bir aylık maaş hediyemiz olurJ  




Her tatilin en keyif,aksiyon vs. olan olayı hiçbir zaman unutulmaz kanunu tekrar yaşamıştık.O gün kara kara ne yapacağız nasıl işinden çıkacağız derken şimdi gülerek anlatıyoruz.Eyfelden sonra güzel dostlarımıza Eylem abiyle tanışarak devam etmiştik. Haldun ağabeylerle beraber,bizi Yiğitleri karavanına alarak Altar abinin yanına Paris sokaklarını inleterek votkalarımızı götüre götüre gidiyorduk.O karavan yolculuğumuzun en önemli Karetaşlarından.


Salon yakınında bulunan bir barda Altar abimiz (Aralıksonu Ocakbaşı’nın (Bostanlı) sahibi)
Sağ olsun hem Türkiye’den hem Avrupa’nın belirli yerlerinden gelen herkesi toplamış tezahüratlarla Paris’i inletmeye başlamıştı. Bende annemlerin yolda yiyelim diye yaptığı bir Torba poğaçayı masaya koyunca gurbetçi dostlarımızın gözlerindeki ışıltı daha keyifle bira kadehlerini havaya kaldırmamıza sebep olmuştu. 






Neyse maç vakti gelmişti. Apartman gibi bir salonun ikinci katına çıkmıştık.Ufuk Hoca’nın devleri Paris’i kulübünü hiçbir yerde yalnız bırakmayan yüreklerle eze eze yenip Kutsal Topraklarımızda son maça götürmüştü işi. Maçta en çok unutamayacağımız an herhalde plastik bardaklarda bitmeyen biralarla bağırıp maç izlemekti. Keşke Arena’da da olabilse…


Maçtan sonra merkeze gelmiştik.Murat yorgunluktan öldüğü için bizimle meşhur manzarası ile Sacré-Coeur’un (Basilique du Sacré-Cœur) olduğu Paris’e hakim tepenin namı diğer Ressamlar Tepesi’ne gelememişi.. 




Sacre Coeur Bazilikası, Fransa – Prusya Savaşı (1870-1871) sırasında ölen 58.000 Fransız askerinin anısına neredeyse 50 yılda inşaa edilmiş. Bazilikadaki rahipler hala bu savaşta ölen askerler için dua ediyormuş. Sacre Coeur Bazilikası’nın bunun dışında, İsa’nın kutsal kalbine adanması, sona eren II. İmparatorluk’un aşırılıklarına karşı bir kefaret olması, direnişte rol alan en asi semt olan Montmartre’nin ödüllendirilmesi gibi politik, kültürel ve dinsel birçok simgesel mesajı da varmış. Sacre Coeur Bazilikası’nın olduğu bu tepeye gelirseniz bir taşla iki kuş vurabilirsiniz. Çünkü Sacre Coeur Bazilikası’nın hemen birkaç metre yakınında Paris’in meşhur Ressamlar Tepesi (Place du Tertre) konumlanmaktadır. Salvador Dali, Monet, Picasso ve van Gogh gibi ressamların bir zamanlar uğrak yeri olan Ressamlar Tepesi artık turistlerin uzun kemerli burunlarını, kepçe kulaklarını portreleştirerek para kazanmaya çalışan karikatüristlerin ve belki de geleceğin büyük ressamlarının, sanatçılarının toplanma yeri haline gelmiş. Ağaçlıklar ve tarihi sokaklar arasında metrekare başına en çok, tek el hareketi ile açılan portatif bez sandalye ve şövale göreceğiniz Ressamlar Tepesi Paris’in uğrak turistik noktalarından…




Enver’le gece cadde yüyürken bir tarafta piano resitali,diğer mekanda akustik gitarla hafif bir akşam yemeği,bir tanesinde İskoç bandosu vardı.


Farklılıklar üzerine kurulu bir tepenin çevresinde ki turumuzu Paris’i izleyerek bitirmiştik…







Sessiz,sakince Paris’i dinleyen yürüyüş yollarından  giderken hayaller kurup iyi ki geldik demiştik…






Tolstoy gezilerinin birinde Paris’ten Rusya’daki bir arkadaşına şöyle yazmış:



‘Azizim bu şehir ne zaman benim üzerimde tesir etmez hâle gelecektir.’ Belki de yalnız Tolstoy değil ama galiba dünyada hiçbir insan yoktur ki Paris’in adını duyupta içi titremeyecek.Çünkü Paris sanat şehri, aşk şehri, hayat şehri. Herhalde Paris gerçek olmasaydı insanlar onu hayallerinde yaşatırlardı.


“Kaybolmuş bir çocuk gibi
Caddelerinde yürürken
Yalnızdım ve üşüyordum
Paris, sen beni kollarına aldın.”












23 Haziran 2015 Salı

Şampiyon Karşıyaka'ya selamlar

Bizim bir çok gerçeğimiz var..

Herkesin yaşam sevinci değişik frekanslarda olabiliyor. Fakat bunu tek bir noktada toplamak, o duyguyu nesilden nesile taşımak kolay bir iş değildir. İşte Karşıyaka taraftarı İşte Şampiyon Karşıyaka…

Bu şampiyonluktan öncesinde gidilen yollar, çekilen kahırlar, yaşanan acı-tatlı hatıralar var bu şampiyonluğun yolunda. Bir semt düşünün, geleceği için çalışıp mücadele ederken bir taraftan gönüllü olarak kulübü için mücadele etsin. Cebindeki son kuruşa kadar gideceği maçlara harcama yapsın. Arkadaşıyla yorucu bir deplasman ya da ev sahibi olduğumuz maç öncesi gevreğini çayını paylaşanları düşünün. Basketbol takımı başka şehirlerden uçakla dönerken bagaj hakkından kulüp ödeme yapmaması için kendi bagaj hakkını kulübü için harcasın. Hep kaybetsin ama hiç vazgeçmesin.


Yurt dışındaki maçlara ekonomik sınırlarını zorlayan taraftarıyla gitsin. Tüm şube çalışanları, hocası, taraftarı birbirini tanısın. Senelerdir gelen giden basketçileri camiayla bütünleşsin.
Çarşı’da olsun salon da olsun Mustafa  Abi’ye selam vermeyen kalmaz.
Maç öncesi parası yetmeyen kardeşlerine destek çalışması mutlaka olur.
Minik kardeşler herkesin kardeşidir. Dünya’da herhalde sahada ki oyuncu ve hakemlere hem görsel hem bağıran çağıran bu atmosferi sonuna kadar yaşayan başka bir vip tribün yoktur.

Karşıyaka Çarşı grubumuz gibi basketbola deplasman yapan bir grup olduğunu da düşünmüyorum.
Tribünde o sete çıkıp hiç oturmadan ayakları üstünde senelerini harcayan Taner, Altar,Metin abinin yanında artık bayrağı devralmaya hazırlanan Cenk’in emekleri bu yolda akan emek harcayan herkesin özetidir.




 Hepimizin kan ter içinde hangi maç oynanırsa oynansın saatlerce yorgun bitap düşmemize neden olacak eforu göstermemiz bu işin en önemli noktasıdır. Sosyal medyada emek harcayan bu anları insanlarımıza, gelecek kuşaklar için yakalayan arkadaşların o anlardan mahrum kalması da önemlidir. Çarşı’nın neferi olan HayalEt grubundaki dostlarım kardeşlerimin de hazırladığı pankartlar bu tutkunun semtimizde yaşayan insanlara neler yaptırdığını anlatıyor. Kimi uykusuz kimi cebinden maddiyat harcıyor.. Kimi akıl veriyor.. Kimi en yorgun anında herkese enerji katıyor.

Basketbol şube de çalışanlarımızın,  saatlerce telefonu susmadan bir maç oynanmadan önce ki bilet satış ve diğer organizasyonlara alan emeği oluşan bu sevgi zincirinin görünmeyen parçalarından biridir. Tıpkı KSK Store mağazalarının kulübe haciz gelmemesi için o kadar hınca hınç kitleye kesintisiz bilet satması gibi..

Şampiyonluk günü o kadar çok telefon geldi ki. Fazla fazla bilet alarak aman biletsiz kalmasın diyen tanıdıklarım vardı. Kimi 4 kimi 10 kimi 5 tane aldı. Maksat kimse dışarıda kalmasın dedi herkes. Çok yakın bir arkadaşım Amerika’dan beni aradı. Okyanus ötesinde maça gidememenin verdiği üzüntüden bir arkadaşımın uçak biletini karşılamak istiyordu. Ben de sezon başından beri maça gelen, doğum günü olan çok yakın bir arkadaşımı aradım. Cuma günü malum uçak biletleri uçuyordu. Daha önceden almayan, alamayanlar için tercih edilmemesi normal bir durumdu. İşyerinden izin alabilirsen maça uçuyoruz dedim. Bütün bilgilerini alıp Amerika’daki arkadaşı gece vakti uykusundan uyandırıp o bileti aldırdım.  O arkadaşım da o maçta bağırdı o anı yaşadı. Abdi İpekçi yaşasaydı herhalde böyle yürekli bir kitlenin o salonda toplanacağını tahmin edemezdi.  

Biz başarıyı sevseydik bunca yıl o yolları kimse çekmezdi, o yönetimlere kimse talip olmadı, bu kadar gönüllü ortaya çıkmazdı. Bizim bir çok gerçeğimiz var bir de Ufuk Sarıca’mız var. Çünkü o da bizden biri oldu. Semtin havasını, suyunu bu ailevi yapısını özümsedi.
Cumhurbaşkanlığı kupasını aldıktan sonra uçakta dönerken ‘Dün gece bir şey gördüm diyerek’
Şampiyonluğun kutlanacağını bize bağıra bağıra söyletmişti.



Bizim için Karşıyaka maçları hayatın rengini yeşil kırmızıya boyamak, sağlık-psikolojik vs. ne problem olursa olsun yürek yüreğe bir olmak. Acıyı da çekmek. Sevinci de beraber doya doya  yaşamak.

Öfkelenmek, sakinleşmek.. Bu kadar insanın bu kadar farklı bir duyguyu aynı anda yaşamasından dolayı ‘Karşıyaka aşk,bir kara sevda Karşıyaka bir tutkudur’ dedik.
Hayatlarını yıllardır doya doya yaşayan Tüm Karşıyakalılara selam olsun…
Karşılıksız sevmenin ne demek olduğunu hiç zaman unutmayacağız unutturmayacağız…





30 Nisan 2015 Perşembe

Masalın adı : Interrail




Evvel zaman önce sene 2006 yılındaydı.Takvimde ki yapraklar teker teker gidiyordu… O dönemden bu yana hiçbir şey kaybetmemek, tam tersine iyi ki bu maceraya atılmışım dedirtmek sanırım gezgin hayatımın dönüm noktasıydı.Hayatımda alışık,alıştırılmış olduğum tatillerin dışında bir teklif aldım.22 yıllık kardeşim,dostum,sırdaşım Muzo’dan. Gel ‘interrail’ yapalım demişti.Bilmeyen dostlara kıssadan hisse sunmak gerekirse ‘Sırtında çantasıyla 2.sınıf ucuz trenlerle Avrupa’da kafasına göre keşfedenlerin turu’….

Muzo’nun okuldan 7 arkadaşı daha eşlik edecekti.En baştan konuştuğu kimse gelmedi ,gelemedi kaldık iki derbebeder. :) İlk önce genctur.com sitesinde interrail pass bileti aldık.Bütün avrupa’yı kapsayan biletlerden aldık.spontane bir tur temeli vardı .O zaman facebook vs. yoktu. Cep telefonları sadece mesaj atıyor ve aramaya yarıyordu.Euro  1.50 tl idi :) Biriktirdiğimiz paraların üstüne kredi çektik.Sonrasına açtık haritayı.kabaca bir yol haritası seçip gidişata göre sapmak istediğimiz şehirlere rahat rahat gideriz düşüncesindeydik.Sonrasına dağcı çantamız ve ücretsiz evimiz olan tulumlarımızı alıp pasaportlarımızı çıkarttık. Çakma otel rez.larımızla o zaman kordonda açık olan Yunanistan konsolosluğuna evraklarımızı tamamlayıp vize başvurumuzu yaptık.Sonucun açıklanacağı gün heyecandan ölüyorduk.Kendi başımıza ilk kez bilmediğimiz bir coğrafyaya kültüre doğru gidecektik. Konsoloslukta ki çalışanlardan 1 aylık vizeyi aldığımızda Kordon’dan Karşıyaka’ya duyulacak bir Kaf kaf çekmiştik. Dün gibi aklımda hala :)
Kafamızda ki plan : ‘Yunanistan’dan ,İtalya,Fransa,Belçika ve Hollanda’ yı kapsayan bir rotaydı’ . En güzel kısmı ise akışında bir tatil yaşayacak olmamızdı.Belkide bazı şehirleri hiçgörmeyebilirdik. Bütün hazırlıkları tamamladıktan sonra otobüsle kuzenim Bora abinin İstanbul Bostancı’da ki evini sora sora bulmuştuk.İstanbul’da kaybolmadıysak Avrupa’da rahat rahat gezeriz dedik .Sirkeci’den kalkacak tren için sabırsızlanıyorduk.İstanbul’un güzelim boğazına karşı iki bira alıp büyüsünde olduğumuz anın keyfini çıkardık. 6 Eylül sabahı gelip çatmıştı.Çok az bir miktar türk parası vardı.Haliyle sabah vapuru o yüzden kaçıracaktık :) Neyse ki Sirkeci garından çıkacak trenimize yetiştik. Trene eşyalarımızı yerleştirirken yan kompartımandan  tren önünde bekleyen gevrekçiye ‘abi 5 gevrek sesini duyduk’ . Biz de ‘2 gevrek daha ilave’ dediğimiz duydular haliyle. İzmir’limisiniz diye sordular ‘Karşıyakalıyız’ deyince suratlarında pişkin ifadeyle göztepeli olduklarını söylediler.Yola öyle bir tesadüfle başladık.Sonrasında iki ezeli düşmanlar beraber kahvaltı yaparak yola çıkmış oldu.isimlerini hatırlayamadım çocuklar kafa dengiydi.


 Sonra kendi kompartımanımıza geçtik. Bir Koreli kız geldi.Daha ilk andan itibaren tesadüfler zinciri başlamıştı. Honey ‘di bu kızın ismi ve bu yolculukta ki en ilginç anımızda bu kızla oldu.Beraber Selaniğe kadar Korece öğrendik,Türkçe öğrettik.Karşıyaka maçlarından konserlere her şeyi konuştuk.

O sırada yolcuğumuzda uzun süre eşlik edecek Eray ve Burak’la tanıştık sigara molasında.Bir anda 10 kişi olmuştuk. Tam yaptığımız araştırmalarda ki gibi durmadan birileriyle tanışıyorduk. Sabah 8 başlayan yolculuğumuz nihayet akşam 9 gibi Selanik istasyonuna varmamızla son bulmuştu.Çantalarımızı tren istasyonunda ki kasalara kitleyip Honey’le vedalaşıp Türk kitlesi olarak çıktık Selanik gecelerine.Daha ilk gece her yer Basmane,Alsancak,Kordon,Karşıyaka gibi olunca  çok yabancılık çekmedik :=.Bir tek üzüldüğümüz nokta Atatürk’ün evi nde restorasyon olduğu için girememiştik. Bütün barlar tıklım tıklımdı. Canlı müzikleri de bizim Bostanlı’da kileri aratmıyordu. Kızlarına zaten söyleyecek söz yok. ;)


Neyse ki gece bitmişti biraz da yol yorgunluğu Selanik’e dönüşte tekrar uğrarız düşüncesiyle sabahın ilk Atina treni için bir meydanda banklarda sızmıştık.Atina meydanına yakın bir noktada istasyondan indiğimiz de o tarih ve eğlencenin bir arada olduğu  Avrupa’nın ilk şehrinin sokaklarında inceleye inceleye pansiyon aramaya başladık.Günlüğü 15 Euroluk bir pansiyon bulduk.8 kişi aynı odada kalacak şekilde tabii :)
Yanımıza aldığımız bolca konserve stoklarına hoyratça harcıyorduk.McDonald’s bir euroluk hamburgerleri ile takviye oluyordu. Atina’nın bütün meydanlarını gezmeye başladık. Park kültürünü yaşamaları hoşumuza gitmişti.Tabii ki Akropolis tapınağına kadar çıkmamak delilik olurdu.Zaten küçük el kitaplarımız olduğu için gittiğimiz heryeri yerin notları vardı.O tarihi canlı canlı yaşadığımızı hissetmiştik.Acropolis’ten tüm Atina gözüküyordu.





 Şehrin mimarisi diğer gezeceğimiz Avrupa şehirlerinden daha farklı iklime ve coğrafyaya hitap edecek şekilde hissetmiştim. En önemlisi de bir başkent için yüksek binaların olmamasıydı.Manzara ve kültür patlamamızdan sonra acıkmıştık.Yolda yürürken tesadüfen Gyro dedikleri   lavaşta döner yedik.İnanılmaz güzeldi. :)
Akşam olduğunda gece hayatına akma vakti gelmişti.Sintagma meydanı gençliğin toplanma merkezi gibiydi (ayrıca büyük gösteriler mitinglerinde yapıldığı yer).Dans eden,içen muhabbet eden herkes orada takılıp bir yerlere geçiyordu.Şansımıza biz de sokakları turlarken orada güzel eğlencelere denk gelmeye devam dedik.O sıra Muzaffer’in hospitaltyclub.org sitesinden tanıştığı Maria isimli bir hatunu aramak geldi aklımıza.Kız ist üni okuyor Türkçe biliyordu.Atina göbeğinde akropolisin dibinde güzel bir rest götürmüştü bizi. Tabii kısıtlı bütçeyle gittiğimizi bildiği için mekan tanıdık demişti :) Sirtaki yapanları izlerken ‘souvlaki’ dedikleri bizim şişlerden geldi.



Tabiki yanına yeni rakı olmadığı için uzo söylemiştik . O gece interrail gecelerimizin en güzellerinden biriydi.Sezen Aksu’nun söylediği şarkıların yunan kökenli şarkıların hepsinin orjinalini dinledik diyebilirim :)
Gece pansiyonumuzun balkonunda güzel bir manzara olduğu için tekelden minik bir uzo daha alıp balkonda muhabbete başladık.Tabii diğer tanıştıklarımız uyuyordu.2 günlük Atina keyfinden sonra İtalya’ya gitmeye karar verdik.Adaları da dönüşe bırakmıştık. Lakin Plaka’daki hesap bize uymadı.İstasyonda maalesef  İngilizce konuşmayan tren görevlileri  yüzünden feribotların kalktığı patras şehri yerine Selaniğe doğru geri gittiğimizi anladık.Tabii haliyle feribotu kaçırmıştık.Atina’da bir gece daha kalmıştık.Diğer herkes italyaya geçmişti.Bizde pansiyonda kalmak istemedik.Tulumlarımızla sintagma meydanında sabahlamıştık.
Sabah ilk trenle Patras’a doğru yola çıktık. Tren’de Arjantinli Olivia ile tanıştık.Bol bol kahve içtik.Latin Amerika’lı insanlara o zaman kanım daha ısındı.İnanılmaz sıcak kanlılar. Afrika’dan göçmen bir tren görevlisi abimiz bahis yapıyordu.Ona bizim liglerden tüyolar verdik.Hatta beraber kupon yaptık. Bahis ortak dil :)

 
Patras yolcuğuluğu’da çok keyifli geçmişti.Ve aldığımız interrail bileti sayesinde kordona yanaşan büyük yolcu gemilerine 10 euro vererek yancı olacağımız an gelmişti :) Casino’dan havuzuna tv’dan saunasına ne varsa 17 saatlik yolculukta sömürmediğimiz bir şeyi kalmamıştı.Özellikle sokakta yatacağımız için banyoda dezenfekte olmak iyi geliyordu.Arnavutluk’un karşısından yaparken dedemin meşhur ev yapımı likörünü açtık. Dedeme ve tüm sevdiklerimize kadeh kaldırıp akdenizin sularında akıp giden zamanı,hayatımızı vs. konuşup bol bol yeni hayaller kurduk.


İtalya’ya Bari adasına vardığımız hava yaz gibiydi.İtalya’nın güneyi kuzeyine göre daha geliri düşük olduğu için.Sokakta sigara içerken,herkes sigara istiyordu.Bir paketin yarısı bitince kalmadı demeye başladık. :)Eray’la Burak bize mesaj atmışlardı Roma’da bekliyoruz diye.Onların yanına doğru yola koyulduk. Şansımıza o gün 1.sınıf trenler çok ucuzda bizde hızlı gidelim diye o trenle 5 saatlik yolu 2 saate gitmiştik. Yolda Muzo’ya istanbul’da odaya gelen Koreli Honey’le karşılacağımızı söyledim. Yok artık daha neler dedi. Koskoca Roma filan deyip gülmüştük. Neyse ki  Roma’ya vardığımızda.İstasyonda Eray ile Burak bizi bekliyordu.Çok garipti sanki ankara’da bekler gibi roma ‘da bekliyorlardı :D Pansiyonlar çok pahalı ve dolu olduğu için sokakta sabahlayalım dediler.Bizde bir şansımızı deneyelim dedik. Sokaklarda fiyat yer sorarken bir tane Hindistanlı elemana denk geldik.4 kişilik yerim var 25 euro diyince öğrenciyiz dedik Çingenelik yapacağız veremeyiz tartışmaları  yaşayınca dışarıda yorgunluk sigarası içmeye başladık.Adam seslendi nerelesiniz dedi Türkiye diyince.Gülümseyerek Müslüm brother demez mi :) 15 euro internet kahvaltı vay brother diyerek altınbulmuş gibi sarıldım adama :) Bizimkilere haber verdim hemen pasaportlar çıktı ortaya. Adam yalnız oda 5 kişilik bir tane Çinli hatun var dedi.Onunda kabul etmesi lazım deyince, 'eyvah' dedik.4 sap hayatta kabul etmez . Odaya vardık kapıyı çaldık biz girince yorganı yüzüne kapadı.sonra bir ses Muzo Erman  diye. Erayla Burak ve otel görevlisi dahil hepimiz şok. İstanbul’da tren karşılaştığımız Honey’in odasına kadar gelmişiz .Dünya’nın ufak olduğunu o gün ispatlamış olduk.Sayesinde 4 günlük bir pansiyona sahip olduk.Zaten ertesi sabah o da floransa’ya gidiyormuş (orada da karşılaştık :)


 Roma’nın ilk sabahında Yunanistan  etkisinden  sonra tarihin en önemli şehirlerinden birine daha gelmiştik.Burayı 4 gün boyunca gezdik. Collesium,palationa tepesi,aşıklar çeşmesi,pantheon tapınağı,vatikan’a kadar gezebildiğimiz her yeri özellikle yürüyerek gezdik.Aşıklar çeşmesinde attığımız dilek paralarını birkez daha gelebilmek için atmıştık.Sokak aralarında bile tarih fışkırıyordu.En hoşumuza giden kısmıda yüzyıllardır o savaşlara rağmen tarihlerini korumaları.Roma’nın yemek kültürü yunanistan’a göre daha zeytinyağlı yemeklerle dolu.Pizza konusunda bir iki yerde yedik Venedik’te yiyeceğimiz pizza gibisini bulamadık.2. yada 3.gece İspanyol merdivenlerine gittik.İnanılmaz bir kalabalık herkes basamaklarda.Tam bir dünya kırması. Her milletten insan var. Alman bir lisenin mezuniyet ekibiyle tanıştık.tabii ki güzel alman arkadaşların ortasında oturmak daha hoşumuza gitmişti.onlara bol bol Kaf kaf çektirdik.:) 



Bir anda yine bir çok insanla tanıştık. Roma tarihe çok düşkün bir insan için zirvede bir yer diyebilirim.İnanılmaz bir kültür deneyimi yaşadık. Tabii ki bir yerden sonra başka şehirler görme arzumuz kabardığı için fazla durmak istemedik.O sıra Eray-Burak yolda tantıştıkları Ece ve Kıvılcım kuzenleri de çağırmışlardı yanımıza bir anda sayımız yine artmıştı.Hep beraber Floransa’ya gidecekken .Pisa’ya gidelim dedik.Amaç sadece pisa kulesini görmek.Dediğimizi de yaptık başka görülcek bir şeyi olmadığını da hepimiz aramızda tekrar etmiştik.Tren istasyonunda Muzo’nun tulumunu düşürmesini fark etmesiyle son otobüsle Pisa kulesine tekrar döndük.Birisi kenara koyduğu için bulup yürüyerek dönmek zorunda kaldık.Yorgunluktan sırtımızdaki çantayı bizimkilerin yanına bırakmayı da akıl edemeyip 15 dklık yolu 20 kglık çantamızla koşa koşa aşmak zorunda kaldık 3 saat sonraki trene kalmayalım diye . ama öyle de oldu :) Son dk Muzo ve Eray kahve çekti canları o koşmadan sonra tren gözümüzün içine baka baka kaçmıştı. Bizde istasyonda sabahlamaya karar verdik.Enerji bol olunca. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber Floransa’ya varmıştık.İtalya’da en sevdiğim yer desem yalan olmaz.Arno nehrinden baktığınızda Rome ve Juliet’in ailesi arasındaki kavgalardan, Dünya’da ilk kez çatalı keşfeden Medici ailesini gözünüzde canlandırabilir ve beraberin getirdiği Burjuva kelimisini duyabilirsiniz. Floransa için ayrı bir blog yazacağım.Gerçekten anlatacaklarım bitmez. Santa Maria Del Fiore yani Duamo katedrali (çiçeklerin aziz meryemi) neredeyse 2 asıra yakın süren inşaat,üzerindeki sayısız heykel katedralini fotoğraf patlamasına sebeb olmasına şaşırmalı. Ha katedrale giriş ücretsiz olması ayrı bir noktaydı. Yanındaki vaftizhane (cennetin kapısı) ve Giottunun çan kuleleride puzzle’ın bir bütünü gibi önümüze serilmişti. Detayları dediğim gibi bir sonraki İtalya seferinde yazacağım gerçekten yaz yaz bitmiyor İtalya :) . Arno nehrinde Ece,Kıvılcım,Eray,Burak ve Muzo şaraplarımızı alıp yeni hayallere,şarkılara yolcuğun hiç bitmeyecekmiş gibi süren kıvamına bırakmıştık kendimizi



…Ertesi gün sabah kahvaltı venediğe gitmeden son bir  şehir turu atarken önce Koreli Honey’i gördük,üstüne Muzo’nun bir okul arkadaşını gördük.Artık normal karşılıyorduk :)
Genel’de sokaklarda yattığımız için bazen ister istemez  kötü koktuğumuzu anlamıyorduk. O yüzden Venedik treninde güzel giyinimli İtalyanların arasında serseriler olarak yerleştik. Tabii ilk başta gülümsediler.Ama kokular ortaya çıkınca trende bulunduğumuz bölüm ister istemez bize kalmıştı :)
Nihayetinde San Marco meydanına varmıştık.Venedik  için Kıvılcım anakaraya 1 saatlik mesafede bulunan otobüsle gidilen Village jully kampından bahsetmişti.Hem fiyat hem temizlik vs. diğer konular açısından gerçekten çok iyiydi.Eşyalarımız banyo derken bir baktık havuz da vardı.Hava soğuk dinlemedik direk daldık :) Venedik’e geri döndükten sonra.Birbirinin aynı sokaklarda kaybolduk.Tesadüfen Türklerin zamanında ticaret yaptığı sokağa denk geldik.İtalya’da yediğimiz en güzel pizzayı  Venedik’te denk getirebilmiştik.Yerde yürüyerek gezen kuşlardan,Gondollara kadar şehir ‘aşk’ üzerine kurulmuş. Gondollar biraz pahalıydı pekte ihtiyaç duymadık :) Bütün gün geze geze en sonunda San Marco meydanına gelmişti.Hava kararmıştı.Gökyüzünden yıldızlar San Marco meydanında sırayla müzik çalan restaurantlara ilham oluyordu sanırım. Meydan da dans eden insanlar Napolyon'un Avrupa'nın en güzel şenlik alanı" ifadesini tabiri caizse anlatıyordu. Gerçekten aşk var mı diye soranlara,düşündürecek bir ambiyansı var diyebilirim.Venedik’ten 1 gece kalmıştık. Buraya sevdiğimiz hatunlarla geleceğiz dedik Muzoyla …






Yine bir sabah havalarda hafiften ısırmaya başladığında yorgun trenimize bindik.Bizi bu sefer Milano’ya götürüyordu.Milano’da hava yağmurluydu.Duamo katedralini görüp Nice’e zıplayalım dedik. Avrupa’nın 4.katedralinin önünde yağmura rağmen gidip görmek keyifliydi. Akşam üstüne kadar Milano’nun yağmurunda Espressolarımızı yudumlayıp Fransa’nın en güzel plajlarından birine sahip olan Nice şehrine doğru yol almıştık.Paramızda haliyle suyunu çekmeye başlamıştı dönüşümüzü de hesaplamaya başladık ister istemez.Amsterdam’dan ucuz uçak bileti ile dönüş yaparız diyerek charter seferleri araştırmaya başladık internet cafelerde. :) şimdiki kafelerde wifi yoktu o zaman.:)O yüzden Nice şehrinde bir şehir turu attıktan sonra Paris’e geçmeye karar verdik.Bu arada uykuyu ya sokaklarda ya trenlerde gidermeye devam ediyorduk.Haliyle vücutlar yorgun düşmüş ama gördüklerimiz,yaşadıklarımız enerji veriyordu. Sanırım o kadar uzun kmlerce yolu yürüyerek gezecek enerjiyi o şekilde tamamlıyorduk. Nice’den Paris’e geldik. Büyüsünden çıkamadığımız anlar bitmeyecek dedik en sonunda. Eşyaları yine tren istasyonuna kilitledik. Fransa içinde ayrı bir blog yazacağım için Eyfel’den Louvre müzesine Notre Dame katedraline kadar Paris’in muhteşem metro hattına rağmen yürüyerek gezmiştik.







Geceyi de bir mcdonaldsın içinde uyuyarak tamamlamıştık.O soğuk havada mcdonalds pansiyon gibi gelmişti.Paris’in ışıl ışıl sokakları sabah güneşli bir havayla bizi uyandırmıştı.Şanzelize (Champs-Élysées) bulvarından tren istasyonuna giderken sanki yıllardır bu bölgede yaşıyormuş gibi kahvaltısından,öğlen yemeğine kadar takılıyorduk.Tabii ki öğlen yemeğinde güzel Fransız şarabından tatmazsak olmazdı.

Arka arkaya süren bu kültür patlaması maddi açıdan da bir sona yaklaştığımızı hissettiriyordu. İmkanımız olsa belki bir ay daha sürdürebilirdik.O yüzden Paris’ten hızlı trene para kıyarak Amsterdam’a gitmeye karar verdik.Son derece konforlu TGV trenlerinde 3 saatte güzel bir uyku çekerek Hollanda’ya vardık.İlk yaptığımız iş banliyödeki banyolarda dezenfekte olmaktı :)
Sonra ver elini Amsterdam diyerek başladık meşhur sokaklarında dolaşmaya.Bisiklet şehri desem daha doğru olur.İnanılmaz bir bisiklet ve illegal içecek kullanımı mevcut.Şehir coffeshoplar ve eğlence üzerine kurulu diyebilirim. Bir sürü zenci tipimizden sanırım bir çok illegal satış yapmak için laf atıyordu.Artık bitkinlikten Türkiye’ye dönmeye karar vermiştik.Corendon diye bir charter firmadan direk İstanbul’a kişi başı 60 Euro’ya bilet aldık şaka gibi gelmişti.Onuda Türkiye’den destek alarak alabildik.Amsterdam’ın tadını tam çıkartamamıştık.Ama bir daha ki geleceğim sefer için aklıma yazmıştım. 

İşin özeti hayatımıza en büyük vizyonu katan tatil yaşamıştık yaşadık.Farklı kültürler,farklı hayatlar ve belki de şu dönemde unuttuğumuz kavram ‘hayaller’ …
O kadar çok hayal kurduğumuz bir tatildi ki hayatın neresinde olursak olalım.Gözü kararttıktan sonra belki bir sene boyunca karın tokluğuna çalışacak olsam da gerçekten unutulmayacak bir deneyim yaşamıştık…
Yarını düşünmeden yaşadığm bir yazının sonuna daha geldim…


Seyahat etmek, hayal gücümüzü gerçeklerle dengeler ve bazı şeylerin nasıl olduğunu düşünmek yerine onları görmemizi sağlar.....S.Johnson